Bir insanın zihninden günde ortalama 50.000–60.000 arası düşünce geçiyormuş. Bunların %95’i, daha önce düşündüğümüz şeylermiş. Dolayısıyla düşüncelerimizin yalnızca %5’i yeniliğe, dolayısıyla gelişmeye olanak sağlıyor. Oysa, hayatının ilk birkaç ayında bir bebeğin gördüğü, dokunduğu objelerin, duyduğu seslerin belki %95’i onun için yeni. Dünyanın nasıl bir yer olduğuna, fiziğin nasıl işlediğine, vücudunu nasıl kullanabileceğine, çevresindeki insanlarla ilişkisine dair sürekli yeni şeyler öğreniyor. Daha fazla renk, tad, kokuyla karşılaşması, daha fazla objeye dokunması, beynindeki sinir ağları arasında daha fazla yeni bağ kurulması demek. İşte bir bebeği gerçek bir insan haline getiren, bu bir iki yıla sığan inanılmaz hızlı gelişme. Üstelik bu gelişme, çağın ilerlemesiyle de hızlanıyor. Ben bebekken babamla video konferans görüşmesi yapmadım. Ama şimdi şehir dışındayken oğlumu her gün Skype’ta görüyorum. Yanındayken dokunabildiği, kendisinden çok büyük bir insan olan babasını ekranda küçücük ve iki boyutlu görmeyi nasıl algılıyor? Zihninde bunun karşılığı ne? Bana gülümsüyor, beni tanıdığı çok belli. Bu yirmibeş yıl önce doğan bebeklerin deneyimlemediği, yepyeni bir durum. Çocuklarımız artık “telefonda gördükleri babalarını tanıyabilme özelliği” ile geliyor. Kimbilir beynin hangi bölümünde çözülen yeni bir “sorun”.
Bebekliğimizdeki hıza dönmemiz mümkün değil, çünkü yetişkin hale geldiğimizde bu gelişimin çoğunu tamamlamış oluyoruz. Ama dış uyaranların çeşitliliği, yeni düşünce oranının %5’in üstüne çıkmasını sağlıyor. Daha fazla okursak, daha fazla düşünceye maruz kalıyoruz. Daha başarılı insanlar, daha yüksek binalar, daha fazla olanak, daha yüksek hedefler, daha ışıltılı bir şehir, göçmen nüfusunun sağladığı farklı kültürlere maruz kalma olanağı, bizi ilk aylarımızdaki kadar olmasa da, tekrar bir bebek haline getiriyor. Başlıktaki konuya geldim. Rusya’da yaşadığım birkaç ay boyunca zihnen“küçüldüğümü” hissettim. Tek hedefi sizi bir yerden bir yere ulaştırmak olan, en temel tasarım ilkelerinden yoksun araçlar, minimum alana maksimum sayıda insanı en düşük maliyetle sığdırmayı amaçlayan toplu konutlar, en ufak bir hırs ifadesinin görülmediği, beklentisiz yüzler… Hepsi New York’takinin tam tersiydi.
Adaptasyon, insanoğlunun en önemli özelliklerinden. Etrafınız büyük hedefleri olan insanlarla çevriliyse, sizi de ileri çekmemeleri imkansız. New York, Gayri Safi Bölgesel Hasılası 1.55 trilyon dolar ile Amerika’nın en büyük, dünyanın da 12 ülkesinden daha büyük olan şehri. Çalışma hayatının yoğunlaştığı Manhattan, belki de dünyanın en pahalı ofis ve yaşam alanlarına sahip bölgesi. Sırf bu bile, boş durduğunuzda zamanınızı israf ettiğiniz duygusunu yaşatıyor. Sürekli sizi üretmeye iten bir atmosfer sözkonusu. Burada bulunmanın “hakkını vermeniz” gerekiyor.
Askerde geçirdiğim, hayatımın en durgun 5,5 ayının sonlarına yaklaştığımda “Benden daha akıllı, başarılı, ‘büyük’ insanların olduğu bir ortamı özledim!” demiştim. Kibirli bir ifade gibi görünse de, değil. Oradaki insanlar yurt dışına çıkmamış, kitap okumamış, belgesel izlememiş, farklı zihinlerin görüşlerine, yaratıcılıklarına maruz kalmamıştı. Karşılaştıkları bazı basit sorunların onları nasıl zorladığını hayretler içinde izlerken, bunun sebebinin bahsettiğim vizyon olduğunun farkındaydım, kendime pay çıkarmanın bir anlamı yoktu. Okumak, başkalarının başarılarını, deneyimlerini içselleştirmek, onların zihnindeki %5’leri keşfetmeyi ve onlardan faydalanmayı sağlıyor. Böylece oturduğunuz yerden, kendi %5’inizi genişletebiliyorsunuz. Bu yüzden, tercihen büyük başarıların çıktığı bir coğrafyada bulunmak önemli. İstanbul da bu anlamda herhangi bir Anadolu şehrinden de, Rusya’dan da daha iyi bir yer bence. Başka bir şehirde yaşayan girişimcilerin mümkünse önce İstanbul’a, sonra da daha büyük bir şehre göç etmelerini şiddetle öneririm.